Despite the frequency of stillbirths, the subsequent implications are overlooked and underappreciated. We present findings from comprehensive, systematic literature reviews, and new analyses of published and unpublished data, to establish the effect of stillbirth on parents, families, health-care providers, and societies worldwide. Data for direct costs of this event are sparse but suggest that a stillbirth needs more resources than a livebirth, both in the perinatal period and in additional surveillance during subsequent pregnancies. Indirect and intangible costs of stillbirth are (...) extensive and are usually met by families alone. This issue is particularly onerous for those with few resources. Negative effects, particularly on parental mental health, might be moderated by empathic attitudes of care providers and tailored interventions. The value of the baby, as well as the associated costs for parents, families, care providers, communities, and society, should be considered to prevent stillbirths and reduce associated morbidity. (shrink)

In 1947, Hardy, Wolff, and Goodell achieved a psychophysics milestone: they built a putative sensation-growth scale, for skin pain, from pain-difference limens. Limens were found using the “dolorimeter”, a device first made by Hardy & co. to evoke pain for pain-threshold measurements. Scant years later, though, H.K. Beecher (MD) discredited the pain scale – according to Paterson (2019), citing the historian Tousignant. Yet Hardy & co. receive approval in the literature. Intrigued, we scrutinized their methods, then Beecher’s critiques, and Tousignant’s (...) history of threshold dolorimetry. Beecher decried dolorimetry as irrelevant, favoring clinical trials of pain relief. But he failed to discredit dolorimetry. (shrink)

Mitos ve Logos kavramları Antik Yunan uygarlığında söz kavramına karşılık gelen sözcükleri karşılamak için kullanılmıştır. Felsefe tarihinin başlangıcı için yapılan tanımlamalarda ise mitos kavramının yerine logos kavramının tercih edilmesi iki kavram arasında bir farklılığı ortaya koymak için yapılmaktadır. Bu ayrımın nedeni ise mitos’un daha çok dinsel içerikle anılması logos’un ise içerisinde bir tür akılsallık barındırması şeklindeki yorumlarda kendini göstermektedir. Ancak söz konusu ayrımın ilk doğa filozofu/ilk felsefeci olarak nitelendirilen Thales için geçerli olup olmadığı geçmişte olduğu gibi günümüzde de halen tartışılmaktadır. (...) Felsefe tarihi yazımlarında ilk sıraya konan Thales’in anılan kavramları gerçekten farklı şekilde yorumlayıp yorumlamadığı bizce de tartışmaya açık bir husustur. Bu açıdan bakıldığında Thales, söz konusu kavramları iki farklı problemler alanı olarak mı görmüştür? Onun düşüncelerinde kendinden önceki mitolojik mirasın izleri bulunabilir mi? O, katışıksız bir rasyonel midir, yoksa henüz felsefenin yeni filizlendiği bir toplumda bir ara basamağı mı temsil etmektedir? Bu makalenin içerisinde tartışacağımız bu sorular, felsefe tarihinin başlangıcına ilişkin kavramsal arka planın ne olduğu hakkında bize katkı sağlayacaktır. (shrink)

“Doğal din” terimi, bazen doğanın kendisinin ilahi olduğu bir panteistik doktrine atıfta bulunur. “Doğal teoloji” terimi ise aksine, başlangıçta gözlemlenen doğal gerçekler temelinde (ve bazen) Tanrı’nın varlığını savunmaya yönelik projeye atıfta bulunur. Bununla birlikte çağdaş felsefede, hem “doğal din” hem de “doğal teoloji” genel olarak, dinî veya teolojik konuları araştırmak için insana, “doğal” olan bilişsel yetilerini – akıl, algı, içgözlem- kullanma projesini ifade eder. Doğal din veya teoloji, mevcut anlayış üzerine, doğayla ilgili ampirik araştırmalarla sınırlı olmamakla birlikte ayrıca panteistik bir (...) sonuçla da bağlantılı değildir. Bununla birlikte o, özel doğal olmayan yetilere (ESP, telepati, mistik deneyim) veya doğaüstü bilgi kaynaklarına (kutsal metinler, vahiy teolojisi, inanç otoriteleri, doğrudan doğaüstü iletişim) hitap etmekten kaçınır. Genel olarak, doğal din veya teoloji (bundan böyle “doğal teoloji” olarak anılacaktır), diğer felsefi ve bilimsel girişimlerle aynı rasyonel inceleme standartlarına uymayı amaçlamaktadır ve aynı değerlendirme ve eleştiri yöntemlerine tabidir. (shrink)

Our purpose in this article is to identify and suggest resolution for two core problematics of grounded theory. First, while grounded theory provides transparency to one part of the conceptualization process, where codes emerge directly from the data, it provides no such systematic or transparent way for gaining insight into the conceptual relationships between discovered codes. Producing a grounded theory depends not only on the definition of conceptual pieces, but the delineation of a relationship between at least two of those (...) pieces. Second, the conceptualization process of grounded theory is done in hierarchical fashion, where individual codes emerge from the data but then are used to generate insight into more general concepts and thematic statements. But various works on grounded theory have failed to provide any systematic way of using data specific levels of scale (the codes) to gain insight into more macro levels of scale (concepts and themes). We offer fractal concept analysis as a means of resolving both of these issues. By using a logic structure generator, fractal concept analysis delineates self-similar conceptual frameworks at various levels of abstraction, yielding a method for linking concepts together within and between levels of scale encountered in the grounded theory coding and categorization process. We conclude that this fractal analytic technique can bolster the aims of grounded theory as a formalized and systematic process for generating theory from empirical data. (shrink)

Modal ontolojik argüman, Tanrı’nın varlığını sadece bilfiil gerçek olan bu dünyada değil, bütün mümkün dünyalarda göstermeye yönelik bir argümandır. Anselm’in (1033-1109) Proslogion adlı eserinin 3. bölümünde “kendisinden daha büyüğü düşünülemeyen” şeklinde tanımlanan; Tanrı’nın var olmamasının da düşünülemeyeceğini, bu yüzden de varolmamasının imkansızlığı üzerinde kurulu yeni bir argüman bulunduğunu öne süren bazı araştırmacılar, bu argümanı mümkün dünyalar semantiği yardımıyla formüle edip, “modal ontolojik argüman” şeklinde adlandırmışlardır. Çok farklı şekillerde formüle edilmiş bu argüman kabaca Tanrı’nın mümkünse zorunlu olması, dolayısıyla bilfiil gerçek olan (...) bu dünyada da var olması gerektiğini savunur. (shrink)

Çağdaş epistemoloji içerisinde, dışsalcı, güvenilirci ve erdeme dayalı epistemolojik tartışmaların bir benzerini, dini epistemoloji içerisinde etkili bir şekilde yer edinen ve reformcu epistemoloji olarak bilinen yaklaşım üzerinden görebilmek mümkündür. Alvin Plantinga, Nicholas Wolterstorff ve William Alston gibi filozofların öne çıktığı bu yaklaşımın ana iddiası, kanıta ya da argümana dayanmaksızın, Tanrı’nın varlığına inanmanın bütünüyle doğru, rasyonel, makul ve güvenilir olacağı şeklindeki bir tezdir. Kanıtın, gerekçelendirme için zorunlu bir koşul olmadığı fikri, algısal deneyimlerin gerekçelendirilmesine benzer şekilde, dini deneyimlerin de öyle olduğu ve (...) dolayısıyla, aynı epistemik statüye sahip olması gerektiğini öne süren, eşitlik tezine dayanır. İlk ortaya çıktığı günden bugüne, üzerinde çokça konuşulan ve tartışılan bir yaklaşım olan reformcu epistemoloji, özellikle son beş yıl içerisinde, oldukça farklı bir hale gelmiştir. Zira bu yaklaşımı, kanıtsalcılıkla uyumlu, erdem epistemolojisiyle bağlantılı ve diğer teistik dinler üzerinden değerlendiren yeni çalışmalar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, bu makalede, reformcu epistemoloji ana hatlarıyla ele alınmıştır. Beraberinde, ona yöneltilen itirazlara değinilmiş ve sonrasında, bahsi geçen yenilik iddiaları soruşturulmaya çalışılmıştır. Son olarak, teistik inancın rasyonalitesiyle ilgili, farklı bir bakış açısı sunulmuştur. (shrink)

Ateistler, kötülük probleminin Tanrı’nın varlığı aleyhine en güçlü argüman olduğu konusunda hâlâ ısrarcılar. Felsefe tarihine baktığımızda da Epikuros’tan Hume’a ve yakın dönemde Mackie’ye kadar uzanan bir yelpazede çeşitli düşünürler tarafından bu konuda birçok eleştirinin dile getirildiğini görmek mümkün. Plantinga bu çalışmasında felsefe tarihinin en köklü sorunlarından biri olan ‘Tanrı’nın varlığı sorusu’nu cevaplamaya çalışmakla kalmayıp felsefi bir yöntem ve soruşturmanın nasıl olması gerektiği konusunda muhteşem bir örnek de sunmaktadır. Plantinga, bu kitabıyla bizi, felsefe tarihinin en temel ilkelerinden birini hatırlamaya çağırıyor: var (...) olanın ardındakini anlamaya çalışmak. (shrink)

Güvenilirci (reliabilist) bilgi teorisi, çağdaş epistemik gerekçelendirme kuramları içerisinde, dışsalcı (externalist) kuramın bir türü olarak kendisine yer bulmaktadır. Kısaca, bir inancı gerekçelendiren şeyin o inancın oluşturulduğu sürecin güvenilirliği olduğunu öne süren bu yaklaşım, bu bilişsel süreçleri özne dışı unsurlara bağladığı içinde dışsalcı bir pozisyonda yer almaktadır. Bu bilgi teorisinin tam karşı konumunda yer alan içselci (internalist) bilgi teorisi ise, özne merkezli bir yaklaşımla, doğru inancı gerekçelendirecek yöntemin, kişinin kendi zihinsel yapısından yola çıkarak, belli kognitif süreçler sonucunda ulaşılabileceğini öne sürmektedir. Epistemik (...) gerekçelendirme kuramları içerisinde birçok tartışmada kendisine yer bulan bu iki bilgi teorisi, kendi içerisinde de birçok farklı kurama kapı aralamıştır. Burada içselci bilgi teorisinden ortaya çıkan erişim içselciliği, farkındalık içselciliği gibi kuramları ve dışsalcı bilgi teorisinden ortaya çıkan süreç güvenilirciliği, gösterge güvenilirciliği ve erdem güvenilirciliği gibi farklı türden kuramları örnek olarak verebiliriz. Öte yandan çağdaş epistemolojideki bu tartışmalar, dini epistemoloji içerisinde de kendisine yer bulmuştur. Özellikle Alvin Plantinga, kendi dini epistemolojisi içerisinde dışsalcı bir tutum sergilemiş ve son dönem çalışmaları içerisinde de güvenilirci bir anlayışla Tanrı inancının epistemik mahiyetini ortaya koymaya çalışmıştır. Bu makalede öncelikle dışsalclık ve onun bir türü olan güvenilirci bilgi anlayışını ve bu kuramlara getirilen eleştirileri ele almaya çalışacağız, daha sonra A. Plantinga’nın son dönem dini epistemolojisinin de yönünü belirleyen güvence (warrant) kavramını açıklayıp, bu kavramın bütün teist dinlere uygulanabilirliğini sorgulayacağız. (shrink)

Epistemolojik olarak bilgiye başvuran ve bilme faaliyetinde bulunan insanın, Kur’an’da önemli bir yeri vardır. Buradaki bilme faaliyetini, salt teolojik bir buyruk olarak, yani Allah’ı bilmek olarak değil, doğru bilgi ile yanlış bilgi arasında hem teorik hem de ahlaki bir farklılık olarak anlamak ve Kur’an'da insana epistemik özellikler atfedildiğini ve böylece insanın epistemik başarılarından dolayı övüldüğünü söyleyebilmek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında herhangi bir önermeye yönelik olarak rasyonel bir tutum benimseyen, yani bilen özne ile bu faaliyette isteyerek ve istemeyerek giren kişinin durumu (...) arasında bir fark olduğu açıktır. Doğrusu bu farkın epistemik önceliği kadar, ahlaki önceliği de dikkate değerdir. Nitekim buradaki ahlaki üstünlük, doğru bilgiyi hedefleme ve ona ulaşma noktasında ortaya çıkan erdemdir. Doğru bilgiye ulaşmanın entelektüel bir erdem olduğu düşünüldüğünde, Kur’an’ın Erdem epistemolojisi üzerinden değerlendirilmesi bu noktada önemlidir. Doğrusu erdemli bir bilişsel faaliyet, Kur'an’da açık bir şekilde ana fikir olarak ortaya konulur ve buna göre cehaletten kaçınmak ve doğru bilgiye ulaşmak için erdemli bir çaba göstermek önem taşır. Kur’an’daki ifadeleri bilgeliğe ulaşmak olarak anlayacak olursak, asıl hedef; bilgi ve anlayışımızın, entelektüel ve ahlaki vicdanımızı veya takvamızı güçlendirmesi için kullanılabileceği söylenilebilir ve bu inanç, erdem epistemolojisine dayalı bir yaklaşım içerisinde şekillendirilebilir. (shrink)

Hristiyan inancı içerisinde merkezi konuma sahip olan mevzulardan birisi de, İsa’nın ölümünden üç gün sonra diriltildiğine yönelik olan inançtır. Hristiyan eskatolojisinin de dayanak noktasını oluşturan bu mevzu, dinler tarihi ya da teoloji gibi disiplinlerin içerisinde tartışıldığı gibi, çeşitli Hristiyan düşünürlerce, din felsefesi disiplini içerisinde de tartışılmıştır. Din felsefesi açısından bakıldığında, konunun merkezi konumda olması, bu mevzunun rasyonel bir zeminde tartışılıp tartışılamayacağını da beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda, özellikle din felsefesi içerisinde birçok Hristiyan düşünür tarafından konu ele alınmış ve farklı çevrelerce de (...) mevzuya yönelik karşı itirazlar dile getirilmiştir. Bu noktada yapılan tartışmaların içeriğine baktığımızda, mucize kavramı önem taşımakla birlikte, Hristiyan düşünürlerin argüman haline getirdikleri ve bir delil olarak öne sürdükleri “Boş mezar” ve “Tanıklıklar gibi birçok farklı husususun din felsefesi açısından tartışıldığını söyleyebiliriz. Ayrıca bazı ateist düşünürlerin bu delillere yönelik itirazları olmakla birlikte, bazı Hristiyan tarihçilerinde konuya ilişkin ciddi itirazları bulunmaktadır. Biz de bu makalemizde, İsa’nın ölümünden sonra dirilişinin rasyonel bir şekilde izahının nasıl olabileceği sorusunu merkeze alıp, konuyu Hristiyan düşünürlerin bakış açısından değerlendirmeye çalıştık. Bu noktada İslam gibi farklı dinlerde ve farklı anlatılarda karşımıza çıkan Hz. İsa figürünü konumuzun dışında tuttuğumuzu ayrıca belirtelim. Çünkü bizim yazımızın konusunu oluşturan kişi Hristiyan inancındaki İsa ve bu din içerisinde önem taşıyan kutsal metinler ve bu metinlerde geçen anlatılar oldu. Bu açıdan bakıldığında yazımız içerisinde, konuya ilişkin doğrudan bir teoloji ya da dinler tarihi çerçevesinde değerlendirme yapmaktan çok, din felsefesi içerisinde bize sunulan tartışmalardan yola çıkarak eleştirilerimizi ve tahlillerimizi dile getirmeye çalıştığımızı ifade edebiliriz. (shrink)

Automated Influence is the use of Artificial Intelligence to collect, integrate, and analyse people’s data in order to deliver targeted interventions that shape their behaviour. We consider three central objections against Automated Influence, focusing on privacy, exploitation, and manipulation, showing in each case how a structural version of that objection has more purchase than its interactional counterpart. By rejecting the interactional focus of “AI Ethics” in favour of a more structural, political philosophy of AI, we show that the real problem (...) with Automated Influence is the crisis of legitimacy that it precipitates. (shrink)

The Enkratic Principle enjoys something of a protected status as a requirement of rationality. I argue that this status is undeserved, at least in the epistemic domain. Compliance with the principle should not be thought of as a requirement of epistemic rationality, but rather as defeasible indication of epistemic blamelessness. To show this, I present the Puzzle of Inconsistent Requirements, and argue that the best way to solve it is to distinguish two kinds of epistemic evaluation – requirement evaluations and (...) appraisal evaluations. This allows us to solve the puzzle while accommodating traditional motivations for thinking of the Enkratic Principle as a requirement of rationality. (shrink)

Dini epistemoloji, teistik inançların rasyonel zeminde gerekçelendirilme yollarını arayan, çağdaş epistemolojinin bir alt dalıdır. Musa Yanık, bu kitapta günümüzdeki en güçlü yaklaşım olan reform epistemolojisinden güvenilircilik bakış açısıyla yani “daha yüksek bir olasılıkla doğru olması yönünden” İslam inancının rasyonelliğini ortaya koymakta ve uygulamalı dini epistemolojinin sağlam ve cesur bir örneğini sergilemektedir. (Prof. Dr. Hasan Yücel Başdemir) -/- Epistemoloji topyekûn insan zihnini biçimlendirme ve inanç da dahil olmak üzere bilişsel faaliyetleri yönlendirme potansiyeline sahip bir alandır. Zira Allah’ın varlığı, birliği, nübüvvet ve (...) ahiretle ilişkili meseleler “nasıl bilebilirim, neleri bilebilirim, bildiğim şeyin kesinliğinden nasıl emin olabilirim?” gibi epistemik sorulardan bağımsız olamaz. Bu nedenle konu İslam düşüncesinde felsefecilerin olduğu kadar kelâmcıların da ilgisini çekmiştir.Bu bağlamda Musa Yanık tarafından modern teoriler de dikkate alınarak yazılan bu kitabın dini epistemoloji konusunda bir farkındalık oluşturmasını umuyorum. (Doç. Dr. Mehmet Bulgen) -/- Analitik felsefe ülkemizde yeni yeni tanınmaya başlanmış olmasına rağmen özellikle İslam entelektüel tarihindeki kelâm geleneği ile etkileşime geçme potansiyeli oldukça yüksek bir gelenektir. Musa Yanık, bu çalışmasıyla günümüzün en önemli analitik din felsefecilerinden AlvinPlantinga’nın dini epistemolojisini tanıtmakta ve kelâmla irtibatını eleştirel bir zeminde kurmaya çalışmaktadır. Çalışmanın güncel tartışmaları takip etmesi kadar bu tartışmalara farklı geleneklerden bakabilme becerisi felsefenin çok-yönlü bir çerçevede nasıl yapılabileceğine dair güzel bir örnek oluşturuyor. Musa Yanık’ın bu eseri, her şeyin birbiriyle etkileşime geçmeye başladığı global dünyada felsefe yapmanın olanaklarına dair yenilikçi bir yaklaşım ortaya koyuyor. -/- (Doç. Dr. Nazif Muhtaroğlu) -/- Elinizde tuttuğunuz bu kitap, dini epistemoloji ve erdem epistemolojisi kesişiminde yer almakla birlikte, inanç ve imanın epistemik statüsünü incelemek ve bunu yaparken ise İslam inancını merkeze almaktadır. Bu haliyle Türkçe literatür açısından önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Okuyucunun bu kitap aracılığıyla karşılaşacağı bazı sorular şunlardır: İnanç ve bilgi nedir? Kanıt olmadan inanmak ahlaken yanlış mıdır? İnançlarımızı rasyonel olarak gerekçelendirmenin yolları nelerdir? İslam inancı reform ve erdem epistemolojisi açısından güvenilir bir temele sahip midir? Fakat belki de en büyük kadim soru şudur: Tanrı’nın varlığını bilmek mümkün müdür? -/- (Taner Beyter-Öncül Analitik Felsefe Dergisi). (shrink)

“1950’li yıllarda dönemin büyük felsefecileri arasında dinsel inancı savunan bir kişi bile yoktu. 1990’lı yıllarda Yale’den UCLA’ya, Oxford’dan Heidelberg’e kadar birçok yerde insanın manevi yanını savunan ve geliştiren yüzlerce kitap yazılacak, sel olup akacaktı. Aradaki 40 yıllık süre zarfındaysa sadece ve sadece Alvin Plantinga vardı.” Kelly James Clark Tanrı’nın veya tanrıların varlığı sorusu felsefenin ezeli sorularından biri olagelmişse de Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümünü ilan ettiği günden bu yana onu doğrularcasına yaşanan acılar, savaşlar, kötülükler bu konudaki tartışmaların sesini uzun süre bastırdı. Ama (...) özellikle yüzyılın ikinci yarısından sonra palazlanan analitik felsefede meydana gelen “metafiziğe dönüş”, dine yakınlık duyan, en azından dinle ilgilenen filozofların tekrar Yahudi-Hıristiyan ve İslam geleneklerinde anlaşıldığı şekliyle Tanrı’nın varlığına duyulan inancın gerekçelerini yeniden değerlendirmelerine, konuya yeni bir bakış ve araçlarla bakmalarına vesile oldu. Alvin Plantinga’nın bu kitabı, yayımlandığı tarihten itibaren “analitik din felsefesi” alanının da en önemli ve sarsıcı eserlerinden biri hâline geldi ve Tanrı’nın ölmediğini ilan etti. Anselmus’tan Hume’a, Kant ve pozitivistlerden John Mackie gibi modern ateologlara kadar felsefe geleneğiyle hesaplaşan Plantinga, bu abidevi çalışmasında ontolojik, kozmolojik ve teleolojik tanrı kanıtlamalarının eski ve yeni biçimlerinin çıkmazlarını, meziyetlerini ve sunduğu imkânları değerlendiriyor. Tanrı’nın varlığına duyulan inanç ile diğer insanların varlığına ve zihinlerine duyulan inanç arasındaki şaşırtıcı ve sarsıcı bağlantıyı ortaya koyuyor. (shrink)

Tarihte herhalde çok az soru Tanrı’nın varlığı sorusu kadar sık sorulmuş, çok yanıtlanmış ve verilen birbirinden farklı onca yanıta rağmen kesin bir sonuca ulaştırılamayıp tartışılmaya devam etmiştir. Yine de geçmişe dönüp baktığımızda bu soruya verilen farklı yanıtların farklı uygarlıkların inşa edilmesine, bazılarının yıkılmasına, acımasız çatışmalara ve her şeye rağmen kucaklaşmalara da vesile olduğunu görüyoruz. Tanrı var mı? Varsa onu nasıl bilebiliriz? Tanrı yoksa her şey mubah mı? İnsan aklı ilahi olanı kavrayabilir mi? Tanrı’nın varlığı ahlaklı olmanın şartı mı? Evren akıllı (...) bir tasarımcının imzasını taşıyor mu? Bu kitapta felsefeci William David Beck, bu sorulara tarihte verilen yanıtları ve bu konudaki tartışmaları ele alarak meselenin genel ve tarihsel bir tablosunu bize sunuyor. Platon, Aristoteles, Marcus Aurelius gibi Eski Yunan ve Roma düşünürlerinden Anselmus, Thomas Aquinas, Augustinus ve Yahudi-Hıristiyan geleneğine, Doğu’nun bilgelerine, İbni Rüşd, Fârâbî ve Gazzâlî gibi İslam düşünürlerinden Alvin Plantinga, Graham Oppy, Sam Harris, Richard Dawkins, Max Tegmark gibi Batılı modern ilahiyatçılara, bilim insanlarına ve Yeni Ateizm hareketine kadar uzanan bir çizgide “Tanrı var mı?” sorusuna verilen çeşitli yanıtları ve bu yanıtlara sunulan akılcı gerekçeleri ortaya koyarak soruya felsefece bir yanıt vermenin nasıl bir iş olduğunu da gösteriyor. (shrink)

Can we make mistakes about what rationality requires? A natural answer is that we can, since it is a platitude that rational belief does not require truth; it is possible for a belief to be rational and mistaken, and this holds for any subject matter at all. However, the platitude causes trouble when applied to rationality itself. The possibility of rational mistakes about what rationality requires generates a puzzle. When combined with two further plausible claims – the enkratic principle, and (...) the claim that rational requirements apply universally – we get the result that rationality generates inconsistent requirements. One popular and attractive solution to the puzzle denies that it is possible to make rational mistakes about what rationality requires. I show why (contra Titelbaum (2015b), and Littlejohn (2015)) this solution is doomed to fail. (shrink)

A familiar part of debates about supererogatory actions concerns the role that cost should play. Two camps have emerged: one claiming that extreme cost is a necessary condition for when an action is supererogatory, while the other denies that it should be part of our definition of supererogation. In this paper, I propose an alternative position. I argue that it is comparative cost that is central to the supererogatory and that it is needed to explain a feature that all accounts (...) agree is central to the very notion of supererogation: optionality. Perhaps because of this agreement on its importance, few attempts have been made to clarify and explain the notion of optionality. I argue that giving an account of the optionality of supererogatory requires drawing a line between doing the bare minimum permissible and going beyond the bare minimum and that this line ought to be drawn based on comparative cost of alternative permissible acts. Having outlined my account and motivated it, I discuss and reject two concerns that might be raised: firstly, that it is extreme cost, not comparative cost, that matters and, secondly, that in fact no cost is needed for an act to be supererogatory. (shrink)

Alvin Plantinga, analitik felsefe düşüncesi içerisinde yetişmiş ve bu gelenek içinde teistik din felsefesinin oluşumuna katkıda bulunmuş bir filozoftur. Ayrıca teizmin savunusu için yaptığı çalışmalarla, çeşitli üniversitelerden aldığı onur ödülleri ve 2017 yılında kazandığı Templeton Prize ödülüyle, haklı bir üne kavuşmuş bir şahsiyettir. Bu çalışmayı yapmamızdaki en önemli amaç, Plantinga’nın dini epistemoloji üzerine yaptığı çalışmaları analiz edip bu düşüncelerinin ardalanına dair bir tespitte bulunmaktır. Bu çalışmada yararlandığımız öncelikli kaynaklar, Plantinga’nın Nicholas Wolterstorff ile birlikte kaleme aldığı “Faith and Rationality” adlı eser (...) ile birlikte son dönem epistemik fikirlerinin çerçevesini belirleyen üç ciltlik “Warrant and Proper Function”, “Warrant: The Current Debate”, “Warranted: Christian Belief” isimli eserler olmuştur. Plantinga’nın ilk dönem epistemoloji çalışmalarının gayesini bir tür olumsuzlama diyebileceğimiz klasik temelciliğin ve evidentializmin eleştirisi oluştururken, ikinci döneminde bu eleştirilerden yola çıkarak Tanrı inancının haklı bir temelde ve güvenceye sahip olduğunu gösterme amacına yönelmiştir. Plantinga’nın teolojik fikirlerini oluşturan Kalvinci ekol, onun dini epistemolojisinin de özünü oluşturmaktadır. Plantinga’nın dini epistemolojisini iki boyutlu olarak değerlendirdiğimizde, içe dönük olarak Hristiyan inancıyla ilgilense de çalışmalarının dışsal yönünü daha genel olarak teizmin Tanrı’sı ve onun rasyonelliği oluşturmaktadır. Açıkçası Plantinga’nın epistemolojik külliyatı bir tür kavram zenginliğini de beraberinde getirmektedir. Çalışmamız içerisinde ele aldığımız kadarıyla uygun işlevsellik, tasarım planı, güvence (warrant) gibi kavramlar onun Tanrı inancının epistemik mahiyetini ortaya koymak için ne derece kararlı olduğunu göstermektedir. Netice itibariyle Tanrı inancının ve onun bilgisinin rasyonel olabileceğini ifade eden Plantinga, her ne kadar Hristiyan inancının belli bir koluna mensup olsa da diğer mezhepleri dışlamaz. Ayrıca Plantinga, birçok çalışmasında belirttiği üzere projesinin Yahudilik, İslam gibi diğer teistik dinlere yönelik olduğunu da belirtmektedir. (shrink)

De Re Significance accounts of moral appraisal consider an agent’s responsiveness to a particular kind of reason, normative moral reasons de re, to be of central significance for moral appraisal. Here, I argue that such accounts find it difficult to accommodate some neuroatypical agents. I offer an alternative account of how an agent’s responsiveness to normative moral reasons affects moral appraisal – the Reasonable Expectations Account. According to this account, what is significant for appraisal is not the content of the (...) reasons an agent is responsive to, but rather whether she is responsive to the reasons it is reasonable to expect her to be responsive to, irrespective of their content. I argue that this account does a better job of dealing with neuroatypical agents, while agreeing with the De Re Significance accounts on more ordinary cases. (shrink)

I argue that there are some situations in which it is praiseworthy to be motivated only by moral rightness de dicto, even if this results in wrongdoing. I consider a set of cases that are challenging for views that dispute this, prioritising concern for what is morally important in moral evaluation. In these cases, the agent is not concerned about what is morally important, does the wrong thing, but nevertheless seems praiseworthy rather than blameworthy. I argue that the views under (...) discussion cannot accommodate this, and should be amended to recognise that it is often praiseworthy to be motivated to do what is right. (shrink)

Is normative uncertainty like factual uncertainty? Should it have the same effects on our actions? Some have thought not. Those who defend an asymmetry between normative and factual uncertainty typically do so as part of the claim that our moral beliefs in general are irrelevant to both the moral value and the moral worth of our actions. Here I use the consideration of Jackson cases to challenge this view, arguing that we can explain away the apparent asymmetries between normative and (...) factual uncertainty by considering the particular features of the cases in greater detail. Such consideration shows that, in fact, normative and factual uncertainty are equally relevant to moral assessment. (shrink)

Incoherence is usually regarded as a bad thing. Incoherence suggests irrationality, confusion, paradox. Incoherentism disagrees: incoherence is not always a bad thing, sometimes we ought to be incoherent. If correct, Incoherentism has important and controversial implications. It implies that rationality does not always require coherence. Dilemmism and Incoherentism both embrace conflict in epistemology. After identifying some important differences between these two ways of embracing conflict, I offer some reasons to prefer Incoherentism over Dilemmism. Namely, that Incoherentism allows us to deliberate (...) about what we ought to believe using ordinary epistemology, and it does a better job of accommodating the positive features of incoherence. (shrink)

I argue for the unexceptionality of evidence about what rationality requires. Specifically, I argue that, as for other topics, one’s total evidence can sometimes support false beliefs about this. Despite being prima facie innocuous, a number of philosophers have recently denied this. Some have argued that the facts about what rationality requires are highly dependent on the agent’s situation and change depending on what that situation is like. (Bradley 2019). Others have argued that a particular subset of normative truths, those (...) concerning what epistemic rationality requires, have the special property of being ‘fixed points’—it is impossible to have total evidence that supports false belief about them. (Smithies 2012; Titelbaum 2015). Each of these kinds of exceptionality permits a solution to downstream theoretical problems that arise from the possibility of evidence supporting false belief about requirements of rationality. However, as I argue here, they incur heavy explanatory burdens that we should avoid. (shrink)

Standing in San Marco Cathedral in Venice, you immediately notice the exquisitely decorated spandrels: the triangular spaces bounded on either side by adjoining arches and by the dome above. You would be forgiven for seeing them as the starting point from which to understand the surrounding architecture. To do so would, however, be a mistake. It is a similar mistaken inference that evolutionary biologists have been accused of making in assuming a special adaptive purpose for such biological features as fingerprints (...) and chins. I argue that a mistake of just this sort is being made by ethicists who appeal to the intrinsic value of supererogatory acts in their efforts to make space for supererogation in ethical theory. Many cases of supererogatory action are simply spandrels: by-products of uncontroversial commitments elsewhere in our moral thought. This is not to downplay their value but rather to show that their value need not be the justification for making room for the supererogatory. I demonstrate this by examining two areas: rights and the distribution of burdens among a group. My argument has significance for those who take themselves to be defends of the possibility of supererogatory actions, as well as those who are committed to the contrary and those who believe themselves to be indifferent on the matter. (shrink)

Gökhan Murteza, “Ahlak, İktisat ve Bilim: Adam Smith Felsefesine Giriş” isimli eserinde genellikle İktisat disiplininin birçok farklı konusunu felsefi açıdan tartışmaya açmıştır. Murteza’nın bu eseri, devleti ve toplumu ilgilendiren bu araştırma alanının, A. Smith ile birlikte bir bilim dalı olarak görülmeye başlanmasının sonucunda, gerçekten ahlaki olanı içerip içermediği problemi üzerinde durmaktadır.

There has been some debate as to whether or not it is possible to keep a promise, and thus fulfil a duty, to supererogate. In this paper, I argue, in agreement with Jason Kawall, that such promises cannot be kept. However, I disagree with Kawall’s diagnosis of the problem and provide an alternative account. In the first section, I examine the debate between Kawall and David Heyd, who rejects Kawall’s claim that promises to supererogate cannot be kept. I disagree with (...) Heyd’s argument, as it fails to get to the heart of the problem Kawall articulates. Kawall’s argument however fails to make clear the problem with promising to supererogate because his discussion relies on the plausibility of the following claim: that supererogatory actions cannot also fulfil obligations. I argue that this view is mistaken because there are clear examples of supererogatory actions that also fulfil obligations. In the final section, I give my alternative account of the problem, identifying exactly what is wrong with fulfilling a duty, and thus keeping a promise, to supererogate. My diagnosis emphasises the importance of identifying non-supererogatory actions when it comes to understanding the way in which supererogatory actions go above and beyond the call of duty. (shrink)

Is logic normative for belief? A standard approach to answering this question has been to investigate bridge principles relating claims of logical consequence to norms for belief. Although the question is naturally an epistemic one, bridge principles have typically been investigated in isolation from epistemic debates over the correct norms for belief. In this paper we tackle the question of whether logic is normative for belief by proposing a Kripkean model theory accounting for the interaction between logical, doxastic, epistemic and (...) deontic notions and using this model theory to show which bridge principles are implied by epistemic norms that we have independent reason to accept, for example, theknowledge normand thetruth norm. We propose a preliminary theory of the interaction between logical, doxastic, epistemic and deontic notions that has among its commitments bridge principles expressing how logic is normative for belief. We also show how our framework suggests that logic is exceptionally normative. (shrink)

Amy saves a man from drowning despite the risk to herself, because she is moved by his plight. This is a quintessentially supererogatory act: an act that goes above and beyond the call of duty. Beth, on the other hand, saves a man from drowning because she wants to get her name in the paper. On this second example, opinions differ. One view of supererogation holds that, despite being optional and good, Beth’s act is not supererogatory because she is not (...) praiseworthy; the other agrees that Beth is not praiseworthy but holds that her act is nevertheless supererogatory because, while supererogatory actions are generally performed by praiseworthy agents, an individual need not be praiseworthy for their act to be supererogatory. In this paper, I raise a problem for this latter position, which I shall call the Anti-Motivation View of supererogation. While the Anti-Motivation View rejects the claim that the agent’s motivations are important, it accepts that the agent’s intentions are. Thus, this view assumes that a clear, coherent distinction can be drawn between intentions and motivations in the context of supererogation. This distinction is often attributed to Mill; however, his original discussion reveals an inconsistency. Consider Clara, who saves a man from drowning because she wants to torture him later. According to Mill, Clara’s act is not morally good; those who follow Mill will have to accept that it is therefore not supererogatory. Mill asserts that Clara’s act differs from Amy’s and Beth’s not just in motivation but also in intention. I question this explanation and demonstrate that the distinction between motivation and intention is not as clear as the Anti-Motivation View has supposed and that the gap between the Anti-Motivation View and the alternative Praise-Based View is either much greater or much smaller than previously thought. (shrink)

By drawing attention to these facts and to the relationship between Cantor’s and Husserl's ideas, I have tried to contribute to putting Frege's attack on Husserl "in the proper light" by providing some insight into some of the issues underling criticisms which Frege himself suggested were not purely aimed at Husserl's book. I have tried to undermine the popular idea that Frege's review of the Philosophy of Arithmetic is a straightforward, objective assessment of Husserl’s book, and to give some specific (...) reasons for thinking that the uncritical reading of Frege's review has unfairly distorted philosophers' perception of a work they do not know very well. (shrink)

Moral theories that demand that we do what is morally best leave no room for the supererogatory. One argument against such theories is that they fail to realize the value of autonomy: supererogatory acts allow for the exercise of autonomy because their omissions are not accompanied by any threats of sanctions, unlike obligatory ones. While this argument fails, I use the distinction it draws – between omissions of obligatory and supererogatory acts in terms of appropriate sanctions – to draw a (...) parallel with psychological perfectionism. Through this parallel, I demonstrate that requiring what is morally best is in fact counter-productive. Thus, by its own lights, a theory that wants us to do what is best ought at the very least to tell us to believe that some actions are supererogatory. As the old adage goes, the best is the enemy of the good; I argue here that the supererogatory is the solution. (shrink)

This paper investigates the emotional import of literary devices deployed in fiction. Reflecting on the often-favored approach in the analytic tradition that locates fictional characters, events, and narratives as sources of readers’ emotions, I attempt to broaden the scope of analysis by accounting for how literary devices trigger non-cognitive emotions. I argue that giving more expansive consideration to literary devices by which authors present content facilitates a better understanding of how fiction engages emotion. In doing so, I also explore the (...) somatic dimension of reading fiction. (shrink)

Cet article se propose d’étudier la question de la corruption démocratique à partir d’un cas précis, celui de la crise du traitement des déchets à Naples, communément nommée « crise des ordures ». En analysant trois formes ou niveaux de corruption démocratique lors de cette crise, l’article souhaite souligner que le terme de corruption démocratique, loin de désigner un mécanisme précis, qualifie, au contraire, des actes, des pratiques et des phénomènes très divers.La crise napolitaine est marquée, d’une part, par l’implication (...) du réseau mafieux local – la Camorra – et, d’autre part, par de graves problèmes environnementaux. L’article analyse donc, dans un premier temps, le phénomène de corruption démocratique lié à la présence d’un réseau mafieux et s’attache ensuite à montrer que ce phénomène n’est pas uniquement lié à la présence de la Camorra. En montrant que la mise en place des commissariats extraordinaires est une réponse gouvernementale technocratique à la crise napolitaine, l’article met ensuite en exergue le lien peu évident existant entre corruption démocratique et environnement. Il démontre la difficulté pour nos démocraties libérales et représentatives de répondre démocratiquement à l’enjeu environnemental contemporain et soutient que cette difficulté relève d’une forme de corruption démocratique. (shrink)

Bir şey, Tanrı onu emrettiği için mi iyidir ya da kötüdür? sorusunu merkeze alarak oluşturulan ve yakın dönem içerisinde gerek din felsefesi ve gerekse ahlak felsefesi içerisinde tartışılan konulardan biriside “İlahi Buyruk Teorisi”dir. Bu teori kısaca, ahlaki değerlerin kaynağının, Tanrı’nın buyruklarında, yani onun emir ve yasaklarında belirlendiğini açıklamaya çalışmaktadır. Eylemlerimizin iyi ya da kötü olarak nitelendirilmesinin Tanrı’nın buyruklarıyla mı, yoksa onların Tanrı’dan bağımsız, yani, kendi doğalarından mı kaynaklandığı tartışması, ilk olarak ahlak felsefesi içerisinde Platon’un “Euthyphro” diyaloğunda kendisine yer bulmuştur. Bununla (...) beraber Hristiyan teolojisi içerisinde Aziz Augustinus, Duns Scotus ve Thomas Aquinas isimler; İslam düşüncesi içerisinde ise, “Hüsün ve Kubuh” meselesi adı altında Mu’tezile, Eş’ariyye ve Matüridiyye gibi ekoller konuya dair yaklaşımlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Son olarak daha yakın dönemde din felsefesi içerisinde Philip L. Quinn, Robert M. Adams ve Janine Marie Idziak gibi birçok isim bu teoriye yönelik kapsamlı çalışmalar ve argümanlar geliştirmiştir. (shrink)

Mehdiyev’in Bir Bilme Teorisi adını verdiği eser, içerisinde birçok kavram ve problemi barındırması açısından oldukça zengin ve ufuk açıcı bir teoridir. Onun, bilgi söz konusu olduğunda medeniyet, bilim, teoloji ve sanat gibi sosyal epistemoloji içerisindeki kavramlara atıfla karşılaştırmalar yapması ve inanç, kanı gibi kavramlar üzerinden değerlendirmelerde bulunması; mevcut literatür içindeki kavramlara dair gerek olumlu gerekse olumsuz yeni bakış açılarını bize sağlarken, ayrıca mevcut problemleri, hem çağdaş hem de klasik teoriler içinde ele alması, bize ufuk açıcı yorumlar da kazandırmaktadır.

The research presented in this paper used a case study approach to concentrate on the critical thinking preparation and skill sets of professors who, in turn, were expected to develop those same skills in their students. The authors interviewed community college instructors from both academic and work force disciplines. In general, the results of the study supported the researchers’ hypothesis that the ability to teach critical thinking was not necessarily intrinsic to a teaching professional. The authors of this study would (...) like to suggest the following as a means of strengthening critical thinking expertise in faculty:1. Analyze current levels of critical thinking skills among faculty.2. Plan opportunities to bolster personal critical thinking knowledge within faculty ranks and develop a common critical thinking language among faculty.3. Assist faculty where necessary to develop new instructional models to strengthen critical thinking within their classrooms and critical thinking assessment instruments. (shrink)

Sometimes we make mistakes, even when we try to do our best. When those mistakes are about normative matters, such as what is required, this leads to a puzzle. This puzzle arises from the possibility of misleading evidence about what rationality requires. I argue that the best way to solve this puzzle is to distinguish between two kinds of evaluation: requirement and appraisal. The strategy I defend connects three distinct debates in epistemology, ethics, and normativity: the debate over how our (...) theories of epistemic rationality should accommodate misleading evidence, the debate over the relationship between complying with requirements and deserving particular appraisals, and the debate over whether normative ignorance can excuse. Part 1 shows how three apparently plausible claims about epistemic rationality generate a puzzle when agents have misleading evidence about what rationality requires. Part 2 solves this puzzle by distinguishing between evaluations of requirement and appraisal and rejecting the idea that one is required to conform to the Enkratic Principle. I argue instead that complying with the Enkratic Principle provides defeasible evidence that the agent should be positively appraised. One of the consequences of this solution is that false normative beliefs can sometimes excuse agents from negative appraisal they would otherwise deserve for violating requirements. Part 3 defends the view that false normative belief can sometimes excuse against the rival views that false normative belief always excuses, and that false normative belief never excuses. I argue that false normative belief can sometimes excuse violations of requirements, when it is the case that the agent has done what it is reasonable to expect of her. (shrink)

This paper presents empirical evidence regarding the nature of our commonsense concept of belief. The findings have significant bearing upon claims made by authors concerned with the Folk Psychology Debate - in particular, they challenge Stephen Stich's (1983) claims that folk psychology is committed to a broad account of belief states. In contrast it is found that folk psychology favours a narrow account of belief. This result is important in refuting Stich's claim that the folk psychological concept of belief has (...) no role to play in a developed cognitive science. The paper also presents evidence regarding the influence of several factors on folk psychological judgements of belief individuation (emphasised similarities/differences between the referents of beliefs, nature of past beliefs, goal of classification), and introduces a methodology by which to investigate further factors. It is argued that the observed conflict between individual speculations about likely folk psychological intuitions within the philosophical literature and actual empirical data regarding subjects' responses highlights the important contribution of experimental psychology in exploring such philosophical issues. (shrink)

A distorted representation of one's own body is a diagnostic criterion and core psychopathology of both anorexia nervosa (AN) and bulimia nervosa (BN). Despite recent technical advances in research, it is still unknown whether this body image disturbance is characterized by body dissatisfaction and a low ideal weight and/or includes a distorted perception or processing of body size. In this article, we provide an update and meta-analysis of 42 articles summarizing measures and results for body size estimation (BSE) from 926 (...) individuals with AN, 536 individuals with BN and 1920 controls. We replicate findings that individuals with AN and BN overestimate their body size as compared to controls (ES= 0.63). Our meta-regression shows that metric methods (BSE by direct or indirect spatial measures) yield larger effect sizes than depictive methods (BSE by evaluating distorted pictures), and that effect sizes are larger for patients with BN than for patients with AN. To interpret these results, we suggest a revised theoretical framework for BSE that accounts for differences between depictive and metric BSE methods regarding the underlying body representations (conceptual vs. perceptual, implicit vs. explicit). We also discuss clinical implications and argue for the importance of multimethod approaches to investigate body image disturbance. (shrink)

On 24 July 2022, the landmark decision Roe v. Wade (1973), that secured a right to abortion for decades, was overruled by the US Supreme Court. The Court decision in Dobbs v. Jackson Women’s Health Organisation severely restricts access to legal abortion care in the USA, since it will give the states the power to ban abortion. It has been claimed that overruling Roe will have disproportionate impacts on women of color and that restricting access to abortion contributes to or (...) amounts to structural racism. In this paper, we consider whether restricting abortion access as a consequence of overruling Roe could be understood as discrimination against women of color (and women in general). We argue that banning abortion is indirectly discriminatory against women of color and directly (but neither indirectly, nor structurally) discriminatory against women in general. (shrink)

Those of us who see the historical figures we work on as sources of philosophical insight, rather than merely of historical interest, will sooner or later run u.

Social media has always been popular, and it continues to be so today. As a result, there has been a steady increase in the number of influencers across various platforms. In which these so-called influencers with a following have established that there are people who look up to them and admire their work. It is the focus of this study to demonstrate the effectiveness of influencer marketing when it comes to the development of a product and/or brand. The proponents have (...) conducted a focus group discussion with a group of ten students who have previous experience in content creation and distribution. The discussion will center on the effectiveness of influencer marketing and how it can be implemented. Researchers have discovered that influencers, or those with a following, have an impact on consumers, to Filipinos in particular. This, in turn, has an impact on whether the consumer is inclined to purchase or patronize the endorsed product. Consequently, when brands collaborate with appropriate influencers, they can create a positive impression in the minds of consumers and increase sales. (shrink)

COVID-19 often manifests with different outcomes in different patients, highlighting the complexity of the host-pathogen interactions involved in manifestations of the disease at the molecular and cellular levels. In this paper, we propose a set of postulates and a framework for systematically understanding complex molecular host-pathogen interaction networks. Specifically, we first propose four host-pathogen interaction (HPI) postulates as the basis for understanding molecular and cellular host-pathogen interactions and their relations to disease outcomes. These four postulates cover the evolutionary dispositions involved (...) in HPIs, the dynamic nature of HPI outcomes, roles that HPI components may occupy leading to such outcomes, and HPI checkpoints that are critical for specific disease outcomes. Based on these postulates, an HPI Postulate and Ontology (HPIPO) framework is proposed to apply interoperable ontologies to systematically model and represent various granular details and knowledge within the scope of the HPI postulates, in a way that will support AI-ready data standardization, sharing, integration, and analysis. As a demonstration, the HPI postulates and the HPIPO framework were applied to study COVID-19 with the Coronavirus Infectious Disease Ontology (CIDO), leading to a novel approach to rational design of drug/vaccine cocktails aimed at interrupting processes occurring at critical host-coronavirus interaction checkpoints. Furthermore, the host-coronavirus protein-protein interactions (PPIs) relevant to COVID-19 were predicted and evaluated based on prior knowledge of curated PPIs and domain-domain interactions, and how such studies can be further explored with the HPI postulates and the HPIPO framework is discussed. (shrink)

Introduction to genericity in the nominal, verbal and sentential domain.

We provide an analysis of the public's having warranted epistemic trust in science, that is, the conditions under which the public may be said to have well-placed trust in the scientists as providers of information. We distinguish between basic and enhanced epistemic trust in science and provide necessary conditions for both. We then present the controversy regarding the connection between autism and measles–mumps–rubella vaccination as a case study to illustrate our analysis. The realization of warranted epistemic public trust in science (...) requires various societal conditions, which we briefly introduce in the concluding section. (shrink)

This thesis explores attempts to characterise the structure of reality. Three notions stand out: Lewisian naturalness, Sider’s ‘structure’, and grounding, where the latter has become the most popular way to characterise the structure of reality in the contemporary literature. I argue that none of these notions, as they are currently understood, are suited for limning the metaphysical structure of reality. In the first part of the thesis I argue that, by the lights of the relevant theories, both naturalness and structure (...) fall short of the theoretical role carved out for those posits. In the second part of the thesis I present two challenges to the ‘orthodox’ conception of grounding. The first contests the standard assumption that grounding is asymmetric, both by citing what I take to be best described as symmetric instances of grounding, and by developing and arguing for a new theory of metaphysical structure – ‘metaphysical interdependence’ – which takes grounding to be nonsymmetric. The second challenge concerns the relationship between grounding and explanation, and leads to a dilemma for the grounding theorist. My proposed resolution to the dilemma is to adopt an antirealist approach to grounding, which I further motivate and develop in the final chapter. (shrink)

In this article, we develop a new approach to integrating philosophical phenomenology with qualitative research. The approach uses phenomenology’s concepts, namely existentials, rather than methods such as the epoché or reductions. We here introduce the approach to both philosophers and qualitative researchers, as we believe that these studies are best conducted through interdisciplinary collaboration. In section 1, we review the debate over phenomenology’s role in qualitative research and argue that qualitative theorists have not taken full advantage of what philosophical phenomenology (...) has to offer, thus motivating the need for new approaches. In section 2, we introduce our alternative approach, which we call Phenomenologically Grounded Qualitative Research (PGQR). Drawing parallels with phenomenology’s applications in the cognitive sciences, we explain how phenomenological grounding can be used to conceptually front-load a qualitative study, establishing an explicit focus on one or more structures of human existence, or of our being in the world. In section 3, we illustrate this approach with an example of a qualitative study carried out by one of the authors: a study of the existential impact of early parental bereavement. In section 4, we clarify the kind of knowledge that phenomenologically grounded studies generate and how it may be integrated with existing approaches. (shrink)

I examine the epistemic import of collaborative research in science. I develop and defend a functional explanation for its growing importance. Collaborative research is becoming more popular in the natural sciences, and to a lesser degree in the social sciences, because contemporary research in these fields frequently requires access to abundant resources, for which there is great competition. Scientists involved in collaborative research have been very successful in accessing these resources, which has in turn enabled them to realize the epistemic (...) goals of science more effectively than other scientists, thus creating a research environment in which collaboration is now the norm. (shrink)

Successful teamwork doesn't work overnight, what makes teamwork potent is team building. (Plagiarism) According to Abdullah, et. al., (2022) team building training can improve group cohesiveness or the quality of sticking together or unity teamwork more likely to be higher with a significant score difference. This study used mixed methods both qualitative and quantitative data collection, and an analysis method to answer the research method, random sampling is named as such because the data set is chosen via random selection, where (...) every member of the population has an equal probability of being selected (Tao, 2023). The respondents were 100 restaurant employees and 10 managers from the chosen restaurant in Malolos City in Bulacan. The subcategories of team building, including activities, communication, skills, personality, problem-solving, and values, have all received a consensus of strong agreement, with weighted averages falling within the range of 3.26 to 3.44. This level of agreement aligns with the scores for motivation at 3.43 and productivity at 3.38. These values have been calculated by determining the mean, which spans from 3.25 to 4.00. The advantages of team building that is being observed by the managers is to create familiarity and teamwork among the employees, to improve the quality of service and the quality of the food especially the respondents are in the food service sector, development, and training for the employees to achieve the establishments’ goal and lastly rebuilding and build a relationship with one employee to another. However, for the disadvantages, it costs a lot of money to conduct team building in the management. Therefore, the null hypothesis is rejected. Despite the fact that there is a low correlation between teambuilding activities and motivation and employee productivity, there is still a significant relationship between the variables. (shrink)